|  Evrim teorisinin en büyük yanılgılarından biri, canlı                            lık gibi son derece kompleks, üstün özelliklere ve işlevlere                            sahip bir yapının tesadüfen, kendi kendine oluştuğunu                            iddia etmektir. Charles Darwin evrim teorisini ortaya                            attığı 19. yüzyılda, canlılığın temel yapısı hakkında                            çok az şey biliniyordu. Sahip olunan mikroskoplarda                            hücre sadece kara bir leke gibi görülüyor, kimileri                            tarafından da jölemsi bir yapı olarak nitelendiriliyordu.                            Bu nedenle Darwin'in, "canlılık, ilkel bir hücrenin                            kendi kendine tesadüflerle oluşup gelişmesiyle varoldu"                            şeklindeki iddiası çok fazla yadırganmadı. Ancak 20.                            yüzyılın özellikle ikinci yarısından itibaren gelişen                            bilim ve teknoloji, hücrenin ne kadar kompleks ve üstün                            bir yapıya sahip olduğunu ortaya koydu. Hücre evrimcilerin                            iddia ettiği gibi tesadüfen var olamayacak kadar çok                            detaya sahip, dünyadaki en kompleks fabrikadan daha                            üstün bir sisteme sahip bir fabrika gibiydi. 
 Bu kitap boyunca da söz edildiği gibi, hücrenin alt                            parçaları olan proteinlerin dahi herbiri son derece                            kompleks yapılardır ve aralarında olağanüstü bir organizasyon,                            mükemmel bir planlama bulunmaktadır. Herbir protein,                            insan vücudunda çok hayati görevler üstlenmektedir;                            üretimi, işlevleri ve tasarımı ile insanda hayranlık                            uyandıracak kadar çok detaya sahiptir. Böyle yapıların,                            cansız ve şuursuz atomların tesadüfen biraraya gelip,                            kusursuz bir organizasyon, iş bölümü ve son derece kompleks                            yapılar meydana getirmesiyle ortaya çıktıklarını iddia                            etmek son derece mantıksızdır. Ne var ki, evrimciler,                            sadece materyalist ideolojilerini ayakta tutabilmek                            ve bir Yaratıcı'nın varlığını inkar edebilmek amacıyla                            evrim teorisini bilim karşısında çok büyük bir hezimete                            uğramasına rağmen gözü kapalı savunurlar. En akıl dışı                            iddiaları dahi, büyük bir pervasızlıkla, sahte deliller                            kullanarak, demagoji yaparak anlatırlar. Bu şekilde                            bu tür konular üzerinde pek düşünmeyen cahil insanları                            etkileri altına almaya çalışırlar. Örneğin ülkemizde                            evrim teorisinin savunuculuğunu üstlenen bir evrimci,                            evrim fikrini inandırıcı göstermek için proteinlerin                            tesadüfen oluşmaları çok kolaymış gibi bir anlatım kullanmaktadır.                            Ancak proteinler hakkında çok az bir bilgisi olan ve                            biraz dikkatli davranan biri bile bu anlatımındaki yargı                            bozukluklarını ve çarpıtmaları kolaylıkla görebilmektedir.                            Bu evrimcinin sözkonusu ifadeleri şöyledir:
 
 Evrimci sav, hem cansız hem canlı doğada, yalından                            karmaşığa, zamanla (milyarları bulan yıllar içinde;                            milyonlarca, belki milyarlarca tepkimeyle) evrimle,                            gittikçe daha karmaşık yapılara geçildiğidir. Formülleştirirsek,                            süreç, sözgelimi ilkin iki elementle başlamıştır; a                            ile b'nin birleşme olasılığı diyelim yüzde ellidir;                            ab oluştuktan sonra ona c elementinin takılması da elli;                            abc'ye d elementinin takılması da elli; ya da ona benzer                            olasılıklar. Tümünün bir anda oluştuğu savı ve bunun                            olanaksızlığı, evrimcilere yüklenemez. 52
 Bu, sözlerle, biyokimya bilgisi çok az olan bir insanın                            bile şaşkınlıkla karşılayacağı hayali bir senaryo anlatılmaktadır.                            Bu evrimci, proteinlerin, tesbih taneleri gibi birbirlerine                            dizilmiş amino asit yığınlarından ibaret olduğunu sanmakta,                            amino asitlerin 20 ayrı türde olduğunu, daha önemlisi                            bir amino asit zincirinin protein sayılabilmesi için                            mutlaka belirli bir sıra ile dizilmesi gerektiğini bilmemekte                            veya bildiği halde gözardı etmektedir.
 
 Bu; bir şiiri "harflerin rastgele yanyana gelmesi"                            sanıp, sonra da "Bir şiirin tesadüfen oluşması çok kolay;                            iki harfi yanyana atarsanız, sonra bir üçüncüyü, bir                            dördüncüyü yanlarına atarsanız, böylece binlerce harflik                            bir şiiri kolayca oluşturursunuz." demeye benzemektedir.                            Oysa, harflerin anlam kazanıp şiir olabilmeleri için                            belirli bir sırayla dizilmeleri gerekmektedir. Ki amino                            asitlerin dizilip proteinleri oluşturmaları bundan çok                            daha zor ve kompleks bir olaydır.
 
 Buna benzer biçimde, amino asit dizilerinin de bir                            protein olabilmeleri için belirli bir sırayla dizilmeleri                            şarttır. Bu belli dizilimin tesadüf sonucu ortaya çıkma                            ihtimali "sıfır" dır. (Örneğin 400 amino asitin belli                            bir sırayla dizilme ihtimali 10520'de bir ihtimaldir.                            Bu, 1 sayısının yanına 520 tane sıfır konduğunda oluşacak                            olan sayıda bir ihtimal demektir. )
 
 Proteinlerin tesadüfen meydana gelemeyeceği gerçeği                            en koyu evrimciler tarafından bile kabul edilmektedir.                            Örneğin moleküler evrim teorisinin babası sayılan Rus                            bilim adamı Alexander Oparin "Proteinlerin yapısını                            inceleyenler için bu maddelerin kendiliklerinden biraraya                            gelmiş olmaları, Romalı şair Virgil'in ünlü Aeneid şiirinin                            etrafa saçılmış harflerden rastgele meydana gelmiş olması                            kadar ihtimal dışı gözükmektedir" demiştir. 53
 Aynı olasılık hesapları, David Shapiro, Harold Morovitz,                            Francis Crick, Carl Sagan, Lecompte du Nuoy, Frank Salisbury                            gibi ünlü evrimciler tarafından da yapılmış ve aynı                            rakamlar elde edilmiştir.
 Her proteinin özelliklerinin ve fonksiyonlarının, amino                            asit dizilimine ve bağlarına bağlı olduğu yıllardır                            bilinmektedir. Örneğin Histon proteini, dış kısmında                            kusursuz bir pozitif yük dağılımı ile üç boyutlu bir                            şekle dönüşür. Bu proteinin bu şekli ve yük dağılımı                            sayesinde oluşan yapısı, DNA'nın kendi etrafında uygun                            bir şekilde dönmesini ve bilgi depolamasını sağlayacak                            şekildedir. DNA'nın bilgi depolama yoğunluğu bu sayede                            en gelişmiş bilgisayar çiplerinin birkaç trilyon katıdır. 54
 
 Yani hücrelerimizdeki DNA molekülleri bu protein sayesinde                            bütün vücuttaki bilgileri toplayıp şifreleyebileceği                            bir kapasiteye ulaşır. Protein ve DNA moleküllerinin                            bu derece kompleks bir yapıya sahip olduklarının keşfedilmesiyle,                            tüm evren amino asitlerle dolu olsa bile, canlılığın                            bu amino asitlerin tesadüfen birleşmeleri ile ortaya                            çıkamayacağı kesin olarak anlaşılmıştır. Evrimci jeolog                            William Stokes bu gerçeği şöyle itiraf e-der:
 Eğer milyarlarca yıl boyunca, milyarlarca gezegenin                            yüzeyi gerekli amino asitleri içeren sulu bir konsantre                            tabakayla dolu olsaydı bile yine (protein) oluşamazdı. 55
 
  Tüm bunların yanında, daha önceki konularda da belirtildiği gibi,                            tek bir protein molekülünün oluşabilmesi için birçok                            şartın birarada bulunması gerekir ki, bu kesinlikle                            imkansızdır.
 Bu şartlardan bazılarını kısaca özetlersek;
 - Proteinlerin en küçüklerinin oluşabilmesi için dahi                            yüzlerce amino asit belli sayıda, uygun çeşitte ve özel                            bir sıralamada dizilmelidir,
 - Tek bir amino asitin fazla, eksik ya da yerinin farklı                            olması o proteini işlevsiz hale getirir,
 - Bir proteinde bulunan amino asitlerin yalnızca sol-elli                            olanlardan oluşması gerekir, tek bir sağ-elli amino                            asitin araya karışması bile o proteini işe yaramaz hale                            getirir,
 - Amino asitlerin aralarında yalnızca peptid bağı denen                            özel bir kimyasal bağla bağlanması gerekir, diğer kimyasal                            bağlar proteinin yapısını bozar,
 - Proteine işlevini kazandıran unsur onun üç boyutlu                            yapısıdır. Bu üç boyutlu yapı çoğu zaman hücre içindeki                            ribozomda protein sentezi yapılırken, özel enzimlerin                            yardımıyla gerçekleşir, bu yapı birçok protein çeşidinde                            kendi kendine oluşamaz. Dolayısıyla ilk işe yarar protein                            oluşurken, çok önceden başka enzimlerin de zaten doğada                            bulunması gerekir, ki bu bile evrim teorisinin geçersizliğini                            tek başına gösterir.
 Yukarıda sayılan koşulların tek bir tanesinin bile                            kendi kendine tesadüfler sonucu gerçekleşmesi olasılık                            hesaplarına göre de imkansızdır. Örneğin bilimadamları                            500 amino asitten oluşan bir proteinin (binlerce amino                            asitten oluşan proteinler de mevcuttur) tesadüfen oluşma                            ihtimalini hesaplamışlar ve şöyle bir sonuca varmışlardır:
 1. Amino asitlerin uygun                            dizilme ihtimali:
 10650de 1 ihtimal
 2. Amino asitlerin sol-elli                            olma ihtimali:
 10150de 1 ihtimal
 3. Amino asitlerin aralarında                            "peptid bağı" ile bağlanmaları ihtimali:
 10150de 1 ihtimal
 Toplam ihtimal:
 10950de 1 ihtimal
 10950, 1 rakamının yanına 950 sıfırın gelmesiyle oluşacak                            astronomik bir sayıdır. 1 milyar sayısını yazmak için                            1 rakamının yanına 9 sıfır eklendiği düşünülürse, bu                            sayının ne kadar büyük olduğu daha iyi anlaşılabilir.                            Bu sayının büyüklüğünü anlamak için bir başka örnek                            ise, evrendeki tüm atomların etrafında dönen elektronların                            sayısıdır. Bu sayı yaklaşık 1075 olarak hesaplanmıştır.
 10950=1075.1075.1075.1075.1075.1075.1075.1075.1075.1075.1075.1075.1050                            Görüldüğü gibi, arada muazzam bir fark vardır. Bu demektir                            ki, dünyadaki tüm atomlar biraraya gelseler dahi, tesadüfler                            sonucunda birleşip tek bir protein molekülünü bile meydana                            getiremezler.
 Evrimcilerin gözardı etmeye çalıştıkları bir başka                            nokta ise, canlılığın oluşması için, canlılığı oluşturan                            parçaların tümünün bir arada oluşması gerektiğidir.
 
 Çünkü söz konusu parçaların işe yarayabilmeleri için                            eksiksiz olmaları gerekir. Eksik bir yapı işlev göremez                            ve evrimin kendi iddiasına göre de doğal şartlar içinde                            elenir. "İndirgenemez komplekslik" olarak bilinen bu                            durum, evrim teorisini yıkan konulardan birini oluşturmaktadır.
 Ülkemizin önde gelen evrimcilerinden Prof. Dr. Ali                            Demirsoy, canlılardaki yapıların işlevsellik kazanabilmeleri                            veya meydana gelebilmeleri için tüm parçalarının bir                            arada bulunması gerektiğini şöyle bir örnekle açıklar:
 
 ... Sorunun en can alıcı noktası, mitokondrilerin bu                            özelliği nasıl kazandığıdır. Çünkü tek bir bireyin dahi                            rastlantı sonucu bu özelliği kazanması aklın alamayacağı                            kadar aşırı olasılıkların bir araya toplanmasını gerektirir...                            Solunumu sağlayan ve her kademede değişik şekilde katalizör                            olarak ödev gören enzimler, mekanizmanın özünü oluşturmaktadır.                            Bu enzim dizisini bir hücre ya tam içerir ya da bazılarını                            içermesi anlamsızdır. Çünkü enzimlerin bazılarının eksik                            olması herhangi bir sonuca götürmez. Burada bilimsel                            düşünceye oldukça ters gelmekle beraber daha dogmatik                            bir açıklama ve spekülasyon yapmamak için tüm solunum                            enzimlerinin bir defada hücre içerisinde ve oksijenle                            temas etmeden önce, eksiksiz bulunduğunu ister istemez                            kabul etmek zorundayız. 56
 
 Bu evrimci bilim adamı çaresizlik içinde, tüm solunum                            enzimlerinin bir defada hücre içerisinde eksiksizce                            bulunduğunu kabul etmek zorunda kaldıklarını ifade etmektedir.                            Bu ise, solunum sisteminin tüm organları, hücreleri,                            enzimleri ve mekanizmaları ile bir kerede yaratılmış                            olması demektir. Ne var ki, bu evrimci bilim adamı,                            bu açık gerçeği kendi ifadesiyle "bilimsel düşünceye                            ters, dogmatik bir açıklama" olarak görmekte ve gerçeği                            ifade etmekten kaçınmaktadır. Oysa asıl yaratılışın                            delilleri çok açık olarak ortada olmasına rağmen, bunları                            göz göre göre inkar etmek, "bilimsel düşünceye ters                            dogmatik bir tutumdur."
 Bir başka dünyaca ünlü evrimci Prof. Dr. Russel Doolittle                            ise, proteinlerin varolmalarının ve işlevlerini yerine                            getirebilmelerinin diğer proteinlere bağlı olduğunu                            ve bunun evrimin bir çıkmazı olduğunu şöyle itiraf eder:
 
  Bu kompleks ve hassasiyetle dengelenen süreç nasıl evrimleşmiş olabilir?                            Paradoks burada yatıyor, eğer her protein bir başka                            proteinin aktivasyonuna (harekete geçmesine) bağlıysa                            bu sistem nasıl meydana gelmiştir? Bu düzen tamamıyla                            oluşmadan bu sistemin parçalarından biri ne işe yarardı? 57 
 Günümüzde birçok evrimci en azından dürüst davranarak,                            proteinlerin ve canlılığın tesadüfen meydana gelmesinin                            imkansızlığını kabul etmektedirler. Ancak bu evrimciler                            yine de ideolojileri uğruna bu teoriyi savunmaya devam                            etmektedirler. Aşağıda dünyaca ünlü evrimcilerin proteinlerin                            tesadüfler sonucunda kendiliğinden meydana gelmelerinin                            imkansızlığını itiraf eden bazı açıklamalarına yer verilmiştir:
 
 Harold Blum:
 Bilinen en küçük proteinlerin bile rastlantısal olarak                            meydana gelmesi tümüyle imkansız görünmektedir. 58
 
 Hoimar Von Ditfurth:
 Bu iki polimer (yumurta akı ile nükleik asitlerin),                            öylesine karışık inşa edilmişlerdir ve yetmiyormuş gibi,                            yapıları öylesine üst düzeyde bir özgünlük gösterir                            ki, bunların yapılarının, salt rastlantı sonucu zenginleşerek                            bu düzeye gelmesi, astronomik bir olanaksızlıktan da                            öteye, düşünülmesi bile olanaksız bir şeydir. 59
 Sözgelimi canlı yapıların salt rastlantı sonucu ortaya                            çıkmalarının istatistik yönden olanaksızlığı, çok sevilen                            ve bilimin günümüzdeki gelişmişlik durağında oldukça                            aktüel olan bir örnektir. Gerçekten de biyolojik işlevler                            yerine getiren tek bir protein molekülünün kuruluşunun                            o olağanüstü özgünlüklerine bakınca, bunu, hepsi doğru                            ve gerekli bir sıra içinde, doğru anda, doğru yerde                            ve doğru elektriksel ve mekanik özelliklerle birbirine                            rastlamış olmaları gereken birçok atomun, tek tek rastlantı                            sonucunda buluşmalarıyla açıklamak mümkün değil gibi                            görünmektedir. 60
 Evren istediği kadar büyük olsun, protein ve nükleik                            asitin doğuşunu sağlayan rastlantı, öylesine olanak                            dışıdır ki… 61
 
 David A. Kaufman (Florida Üniversitesi):
 Evrim, hücrelerle beraber dikkatlice tasarlanmış genetik                            kodların kökenine dair kabul edilebilir bir bilimsel                            açıklama getirmekten uzak. Ki bunlar olmazsa proteinler                            ve dolayısıyla hayat da olamaz. 62
 Kitap boyunca proteinlerin yapıları, işlevleri ve üretilmeleri                            hakkında verilen bazı bilgiler, bu gözle görülmeyecek                            kadar küçük varlıkların tesadüfen oluşmalarının kesinlikle                            imkansız olduğunu göstermektedir. Şunu da hatırlatmak                            gerekir ki, bu kitapta anlatılanlar protein hakkında                            sahip olunan bilgilerin sadece küçük bir kısmı, kısa                            bir özetidir. Bunun dışında daha bilimin proteinler                            hakkında aydınlatamadığı birçok sır vardır.
 Protein hakkındaki bilgilerin bizlere göstermesi gereken                            çok önemli iki konu bulunmaktadır. Bunlardan birincisi,                            proteinlerin tesadüfen oluştuğunu iddia eden insanların                            nasıl bir mantık örgüsüne ve düşünceye sahip olduklarını                            kavramak açısından proteinleri ve diğer yaratılış mucizelerini                            öğrenmenin önemidir. Çünkü proteinlerin, hücrenin, enzimlerin                            yapılarını çok iyi bilmeyen biri, bunların tesadüfen                            oluştuğunu iddia eden bir teoriyi pek önemsemeyebilir.                            Ancak detayları gördükçe ve kavradıkça, tesadüflere                            iman eden bir felsefenin insanlık için ne kadar ciddi                            bir tehlike olabileceğini ve hemen önünün alınması gerektiğini                            anlar. Çünkü bu kadar açık delillere rağmen ısrarla                            tesadüflere inanmak, aklın, mantığın, anlayış ve kavrayışın                            çöktüğü anlamına gelmektedir. Bu kişiler ister profesör,                            ister araştırmacı, isterlerse de onlarca bilimsel kitabın                            yazarı olsunlar, hatta Nobel ödülü almış olsunlar, bu                            gerçek değişmez.
 
 Aklın ve mantığın çöküşü, yani bazı insanların baktıklarını                           ve duyduklarını kavrayamaz hale gelmeleri, insanlık                           için en büyük tehlikelerden biridir. Bu nedenle akıl                           ve vicdan sahibi insanlar, bu çöküşün önüne geçmeli,                           gerekli önlemleri alarak, insanlara doğru bilgilerin,                         aydınlatıcı delillerin ulaşmasını sağlamalıdırlar.
 Protein gibi yaratılış mucizelerinin öğrenilmesinin                            ikinci önemi ise, insanlara Allah'ın sonsuz kudretini,                            aklını, ilmini, benzersiz yaratışını göstermesi, yaratılıştaki                            olağanüstü görkemi tanıtmasıdır. Allah'ın varlığına                            iman eden insanlar Allah'ın yerlerde ve göklerdeki yaratışının                            delillerini görerek bunlar üzerinde düşünürler. Bu onların                            Allah'a olan sevgilerini, O'ndan korkup sakınmalarını                            artırır. Allah'ın ayetinde de bildirdiği gibi;
 
 Kulları içinde ise Allah'tan ancak                            alim olanlar 'içleri titreyerek-korkar'. Şüphesiz Allah,                            üstün ve güçlü olandır, bağışlayandır. (Fatır Suresi,                            28) BAŞARISIZ BİR DENEME: MİLLER DENEYİ
 
 20. yüzyılda evrimciler ilk canlı hücrenin yeryüzünde                            nasıl oluştuğu sorusuna cevap aramaya başladılar. Bu                            konuda ilk çalışması olan kişi Rus biyolog Alexander                            I. Oparin'di ve "kimyasal evrim" modelini ortaya attı.                            Oparin, yaptığı çalışmalardan hiçbir sonuç alamadı ve                            en sonunda "Maalesef hücrenin kökeni, evrim teorisinin                            tümünü içine alan en karanlık noktayı oluşturmaktadır"                            diyerek itirafta bulundu. 63
 Oparin'den sonra birçok evrimci sayısız deney yaparak                            hücrenin rastlantılar sonucunda oluştuğunu ispat etmeye                            çalıştılar, ancak her birinin çalışması başarısızlıkla                            sonuçlandı. Bu başarısız denemelerden en çok itibar                            görerek destekleneni, 1953 yılında Amerikalı araştırmacı                            Stanley Miller tarafından yapılan Miller deneyidir.
 Stanley Miller, Oparin'in kimyasal evrim modeline uygun                            bir düzenek hazırladı. İlkel atmosferde olduğunu varsaydığı                            metan (CH4), amonyak (NH3), su buharı (H20) ve hidrojen                            (H2) gazlarının karışımını elektrik donanımı ihtiva                            eden bir tüpe koydu. Miller, canlı yaşamdan önceki atmosfer                            gazları üzerinde ultraviyole ışığının etkisini oluşturmak                            üzere hazırladığı deney tüpüne yüksek elek-trik voltajı                            gönderdi. Daha sonra bu gaz karışımını bir hafta boyunca                            100 derecede kaynattı, bir yandan da karışıma elektrik                            akımı vermeye devam etti. Bu süre sonunda yaşam için                            gerekli olan 20 çeşit amino asitten 3 tanesinin sentezlendiğini                            gördü. Hemen oluşan bu molekülleri "Soğuk Tuzak" adlı                            mekanizma ile deney ortamından ayırdı. Benzer koşullar                            altında yapılan diğer deneylerde de birkaç farklı amino                            asit elde edildi.
 
  Miller'in sözde ilkel koşullar altında yaptığı bu deneyi evrimciler                            arasında büyük sevinç yaratmıştı. Bu büyük sevinçle                            deney çok önemli bir başarı gibi lanse edildi. Bu deneyin                            sonunda başarı elde edilmesi evrimciler açısından çok                            önemliydi. Çünkü bu deney, Oparin'in senaryosunda önemli                            bir adım olan ilkel dünyada basit atmosferik gazlardan                            biyolojik yapı taşlarının üretiminin mümkün olduğunu                            göstererek, Oparin'in kimyasal evrim teorisine deneysel                            destek sağlayacaktı. Bunun öneminin farkında olan bazı                            çevreler de kendilerince deneye destek vermeye çalıştılar.                            Örneğin ünlü astronom Carl Sagan bu deneyi "yaşamın                            uzaydan gelebileceğini gösteren en önemli adım olarak                            nitelendirmiştir. 64                            Miller'in deney sonuçlarına Time dergisi gibi kamu yayınlarında                            ve ders kitaplarında geniş yer verilmeye başlandı. Miller'in                            deneyinden alınan destekle kimyasal evrimden hareket                            edip hayatın kökenini gösteren hayali evrim şemaları                            da vakit kaybetmeden ders kitaplarında yerini aldı.                            Hatta o dönemde "neovitalizm" olarak bilinen maddenin                            kalıtımsal olarak kendi kendini oluşturma gücüne sahip                            olduğuna dair inanç da bu deney sayesinde canlanma imkanı                            buldu.65
 
 Fakat kimyasal evrim teorisinin kurucusu Oparin'in                            düşünceleriyle yola çıkan Miller'in deneyi, içerdiği                            önyargılardan dolayı bilimsel gerçeklerden uzak birçok                            husus içeriyordu. Çünkü deney, Oparin'in kafasında tasarladığı                            kimyasal evrim teorisini ispatlamak için gereken uygun                            düzeneklere göre hazırlanmış, bilimsel gerçeklerden                            uzak bir atmosfer ortamında evrimin geçerliliğini ispatlamaya                            çalışılmıştı. Amino asitleri üretmek amacıyla kullandığı                            düzenek dünyanın ilk zamanlarındaki atmosfer şartlarıyla                            hiçbir şekilde uyuşmuyordu. Bunun yanısıra doğal ortamdan                            uzak sadece amino asit üretimi için düşünülmüş birçok                            taraflı mekanizma içeriyordu. Bu deneye bilimsel gerçekler                            doğrultusunda bakıldığında bu önyargılı düzenekler açıkça                            görülebilir.
 
 MİLLER DENEYİNDEKİ GERÇEK DIŞI DÜZENEKLER:
 Deney yapıldıktan bir süre sonra, Miller'in ilkel dünya                            koşullarında amino asitlerin kendi kendilerine oluşabileceklerini                            kanıtlamak amacıyla yaptığı deneyin birçok yönden bilimsel                            gerçeklere uymadığı anlaşılmıştır. Bu deneyin bilimsel                            olarak geçersiz olduğunu gösteren noktaları ele alındığında                            amacın bilimsellik olmadığı kolayca görülecektir.
 1. Miller'in düzeneğindeki                            "ilkel atmosfer" gerçekleri yansıtmıyordu. İlkel atmosferin                            sahip olduğu koşullar amino asitlerin ve yaşam için                            gerekli olan diğer yapı taşlarının oluşumuna kesinlikle                            izin vermez.
 
 Oparin kimyasal evrim teorisin ortaya attığında, ilkel                            dünya atmosferinin şu andakinden çok farklı olduğunu                            ileri sürdü.66                            Stanley Miller de Oparin'in 1936'da kitabına aldığı                            bu ilkel atmosfer varsayımlarını kullanarak Kimyasal                            Evrim teorisine dayanak oluşturmak istedi. Bu yüzden                            Oparin'in öngördüğü gibi Miller, ilkel atmosferdeki                            amino asit üretimini taklit ederken dünyanın atmosferinin                            metan(CH4), amonyak(NH3) ve hidrojenden(H2) meydana                            geldiğini varsaydı. Ayrıca bunun yanısıra dünya atmosferinin                            serbest oksijen ihtiva etmediğini de ileri sürdü. Miller'in                            deneyini izleyen yıllarda yeni jeokimyasal kanıtlar                            ve bunlar doğrultusunda yapılan deneyler Oparin ve Miller'in                            yapmış olduğu tahminlerin doğru olmadığını açıkça ortaya                            çıkardı. Aksine elde edilen bütün deliller güçlü bir                            şekilde ilk atmosferde hüküm süren doğal gazların karbondioksit,                            nitrojen ve su buharı olduğunu, metan, amonyak ve hidrojen                            olmadığını gösteriyordu. Dünya atmosferi hakkındaki                            bu bilgi Miller ve benzeri deneylerin yanlış bir atmosfer                            düzeneği üzerine kurulduğunu gösterdi.
 
 , Fakat Miller bu gazları zaten özel olarak kullanmıştı.                            Çalışmasının amacı Oparin'in 1924 yılında ortaya attığı                            kimyasal evrim senaryosunu deneysel olarak ispatlamaktı.                            Bu yüzden Miller, deneyinin parametrelerini hazırlarken                            Oparin zamanında bilinen ilkel atmosfer ölçülerine göre                            hazırlamıştı. Amaç canlılık öncesi dünyanın atmosferini                            oluşturmak değil, amino asitlerin oluşması için gerekli                            olan atmosferi oluşturmaktı aslında. Science dergisinden                            Richard Kerr'in ifade ettiği gibi son 30 yılda toplanan                            jeolojik ve jeokimyasal kanıtların hiçbiri Miller'in                            kullandığı ilkel atmosfer koşullarını desteklemedi. 67 İlkel atmosfer koşullarının varlığını                            doğru kabul etmeye devam etmenin tek nedeninin kimyasal                            evrim teorisinin buna ihtiyaç duyması olduğu anlaşıldı.                            Çünkü Oparin ve Miller varsaydıkları ilkel atmosfer                            şartları amino asitlerin oluşabilmesi için gereken en                            uygun şartlardı. Normal şartlarda kimyasal olarak doğal                            bir atmosferde atmosferik gazlar arasında reaksiyonlar                            meydana gelmez. Reaksiyonlar meydana gelse bile bu reaksiyonlar                            da biyolojik yapı taşlarını meydana getirebilecek düzeyde                            olmazlar. Nötr bir atmosferde biyolojik yapı taşlarını                            oluşturmaya çalışmak yağ ile suyun ya da iki cansız                            kimyasalın reaksiyona girmesini beklemek gibi bir şeydir.
 
 
                              |  Evrimciler yıllarca ilkel atmosfer şartlarında, cansız maddelerin                                  tesadüfen proteinleri oluşturduğunu ispatlamaya                                  çalıştılar. Ancak bugün proteinlerin tesadüfen                                  oluşamayacakları bilinen bir gerçektir. |  Stanley Miller'ın ve onunkine benzeyen diğer deneylerde                            varsayılan ilkel koşullar gerçekte ilk atmosferde mevcut                            olmadığı için bu deneyler hayatın kökeni hakkında hiçbir                            bilimsel temel oluşturmazlar. Bağımsız jeokimya çalışmaları                            ilk atmosferde amino asitlerin oluşumuna izin vermeyecek                            olan kimyasal koşulların üstün geldiğini kanıtladığına                            göre Miller'ın deneyinin hiçbir şeyin oluşumunu temsil                            etmediği anlaşılır. İşte bu nedenle, laboratuardaki                            bu tür deneyler kimyasal evrimin gerçekleşmesinin imkansız                            olduğunu göstermekle kalmaz, yaşayan sistemlerin dizaynında                            kaçınılmaz olarak akıl sahibi bir Yaratıcı'nın varolduğunu                            ispatlar.
 
 2. Amino asitlerin                            oluştuğu öne sürülen dönemde, atmosferde amino asitlerin                            tümünü parçalayacak kadar yoğunlukta oksijen bulunuyordu.
 Bir dizi jeokimyasal çalışma bitki yaşamından önce                            bile önemli miktarda serbest oksijenin, volkanik gazların                            açığa çıkması ve su buharlaşmasındaki fotodisasyon nedeniyle                            mevcut olduğunu gösterdi. Yaşları 3.5 milyar yıl olarak                            hesaplanan taşlardaki okside olmuş demir ve uranyum                            birikintileri atmosferde oksijen olduğunu gösteriyordu. 68 Bütün bu bulgulardan oksijen miktarının,                            bu dönemde evrimcilerin iddia ettikleri gibi az miktarda                            olmadığı, aksine iddia ettikleri miktarının çok üstünde                            olduğu görüldü. Araştırmalar o dönemde dünya yüzeyinde                            evrimcilerin tahminlerinden 10 bin kat daha fazla ultraviyole                            ışını ulaştığını gösterdi. Bu yoğun ultraviyolenin atmosferdeki                            su buharı ve karbondioksidi ayrıştırarak oksijen ortaya                            çıkarması kaçınılmazdı.
 
 Miller'in gözardı ettiği bu gerçek, oksijen dikkate                            alınmadan yapılmış olan Miller deneyini tamamen geçersiz                            kılıyordu. Eğer deneyde oksijen kullanılsaydı, metan;                            karbondioksit ve suya, amonyak ise azot ve suya dönüşecekti.                            Diğer taraftan, oksijenin bulunmadığı bir ortamda -henüz                            ozon tabakası var olmadığından- ultraviyole ışınlarına                            doğrudan maruz kalacak olan amino asitlerin hemen parçalanacakları                            da açıktı. Sonuçta ilkel dünyada oksijenin varolması                            da, olmaması da amino asitler için yok edici bir ortam                            demekti.
 
 3. Miller, deneyinde                            "Soğuk Tuzak" adlı bir mekanizma kullanarak amino asitleri                            oluştukları anda ortamdan izole etmişti.
 
 Bir an Stanley Miller'ın kullandığı ilkel gazların                            ilkel atmosferdeki koşullara tamamen benzediğini varsayalım.                            Peki o şartlar altında deneyinin sonucu gerçekten kimyasal                            evrimi destekler miydi? Hayır. Miller, deneylerinde                            amino asitler ve nükleik asit bazları gibi biyolojik                            yapı taşları olan moleküllerin yanısıra biyolojik olmayan                            maddeler de üretti. İnsan müdahelesi olmadığı takdirde                            bu biyolojik olmayan maddeler elde edilmiş olan diğer                            yararlı maddelerle reaksiyona girecekler ve sonuçta                            biyolojik olarak hiçbir anlam ifade etmeyen kimyasal                            bileşikleri oluşturacaklardı. Bu oluşumu engellemek                            ve kimyasal evrim teorisini bir trajedi ile sonuçlandırmamak                            için amino asitleri bozan ya da onları biyolojik olmayan                            bileşenlere çeviren bu kimyasalları ortamdan ayırdılar.                            Bunun için Stanley Miller deneyinde amino asitleri oluşur                            oluşmaz hemen diğer oluşan maddelerin ve ortamdaki diğer                            şartların zararlı etkilerden korumak için "Soğuk Tuzak"                            (cold trap) adlı bir mekanizma kullanmıştır. Çünkü aksi                            takdirde amino asitleri oluşturan ortam koşulları, bu                            molekülleri oluşmalarından hemen sonra imha edecekti.
 
 Halbuki ilkel dünya koşullarında elbette Soğuk Tuzak                            gibi bilinçli düzenekler yoktu. Ve bu mekanizma olmadan                            herhangi bir çeşit amino asit elde edilse bile, bu moleküller                            aynı ortamda hemen parçalanacaktı. Kimyager Richard                            Bliss'in ifade ettiği gibi: "Bu Soğuk Tuzak mekanizması                            olmasa, kimyasal ürünler elektrik kaynağı tarafından                            yok olacaktı."69
 Nitekim Miller, soğuk tuzak yerleştirmeden yaptığı                            daha önceki deneylerde tek bir amino asit bile elde                            edememişti.
 
 Gerçekte Miller deneyiyle evrimin, "canlılığın bilinçsiz                            tesadüfler sonucu ortaya çıktığı" şeklindeki iddiası                            da çürümüştür. Çünkü deney, amino asitlerin ancak tüm                            koşulları özel olarak ayarlanmış bir laboratuvar ortamında,                            bilinçli müdahalelerle elde edilebileceğini göstermektedir.
 Miller deneyi, Türkiye'deki bazı kaynaklarda hala önemli                            bir bilimsel bulgu gibi gösterilse de, aslında evrimci                            otoriteler tarafından terk edilmiş durumdadır. Son yıllarda                            Batılı bilim dergilerinde deneyin hayatın kökenini açıklamak                            yönünden bir anlam ifade etmediği belirtilmektedir.                            Örneğin 1998'in Şubat ayında yayınlanan ünlü evrimci                            bilim dergisi Earth'deki "Yaşamın Potası" başlıklı makalede                            şu ifadeler yer alır:
 
 Bugün Miller'ın senaryosu şüphelerle karşılanmaktadır.                            Bir nedeni, jeologların ilkel atmosferin başlıca karbondioksit                            ve azottan oluştuğunu kabul etmeleri. Bu gazlar ise                            1953'teki deneyde (Miller deneyinde) kullanılanlardan                            çok daha az aktifler. Kaldı ki, Miller'ın farzettiği                            atmosfer var olmuş olabilseydi bile, amino asitler gibi                            basit molekülleri çok daha karmaşık bileşiklere, proteinler                            gibi polimerlere dönüştürecek gerekli kimyasal değişimler                            nasıl oluşabilirdi ki? Miller'ın kendisi bile, problemin                            bu noktasında ellerini ileri uzatıp, "bu bir sorun"                            diyerek şiddetle iç çekmekte, "polimerleri nasıl yapacaksınız?                            Bu o kadar kolay değil..."70
 Görüldüğü gibi, Miller'ın kendisi dahi bugün deneyinin,                            yaşamın kökenini açıklama adına bir anlam ifade etmediğinin                            farkındadır. National Geographic'in Mart 1998 sayısındaki,                            "Yeryüzündeki Yaşamın Kökeni" başlıklı makalede ise,                            konuyla ilgili şu satırlara yer verilir:
 
 Pek çok bilim adamı bugün, ilkel atmosferin Miller'ın                            öne sürdüğünden farklı olduğunu tahmin ediyor. İlkel                            atmosferin, hidrojen, metan ve amonyaktan çok, karbondioksit                            ve azottan oluştuğunu düşünüyorlar. Bu ise kimyacılar                            için kötü haber! Karbondioksit ve azotu tepkimeye soktuklarında                            elde edilen organik bileşikler oldukça değersiz miktarlarda.                            Koca bir yüzme havuzuna atılan bir damla gıda renklendiricisiyle                            aynı oranda bir yoğunlukta... 71 Bilim                            adamları, bu derece seyrek çözeltideki bir çorbada hayatın                            ortaya çıkmasını hayal etmeyi bile güç buluyor .
 
 Kısacası ne Miller Deneyi ne de bir başka evrimci çaba,                            yeryüzünde hayatın nasıl oluştuğu sorusunu cevaplayamamaktadır.                            Tüm araştırmalar, hayatın rastlantılarla ortaya çıkmasının                            imkansızlığını ortaya koymakta ve böylece hayatın yaratılmış                            olduğunu göstermektedir. Evrimcilerin bu açık gerçeği                            kabul etmemeleri ise, bilime tamamen aykırı birtakım                            önyargılara sahip olmalarından kaynaklanır. Nitekim                            Miller Deneyi'ni öğrencisi Stanley Miller ile birlikte                            organize eden Harold Urey, bu konuda şu itirafı yapmıştır:
 Yaşamın kökeni konusunu araştıran bizler, bu konuyu                            ne kadar çok incelersek inceleyelim, hayatın herhangi                            bir yerde evrimleşmiş olamayacak kadar kompleks olduğu                            sonucuna varıyoruz. (Ancak) Hepimiz bir inanç ifadesi                            olarak, yaşamın bu gezegenin üzerinde ölü maddeden evrimleştiğine                            inanıyoruz. Fakat kompleksliği o kadar büyük ki, nasıl                            evrimleştiğini hayal etmek bile bizim için zor. 72
 
 BİR BAŞKA BAŞARISIZ DENEY: FOX DENEYİ
  Bazı evrimciler, bütün başarısızlığına                            ve geçersizliğine rağmen, hala Miller deneyini amino                            asitlerin cansız maddelerden tesadüfen oluştuklarına                            delil olarak kullanmaya çalışmaktadırlar. Oysa bu sonuç                            gerçekleşmiş olsaydı bile, evrimcilerin sorunları çözülmezdi,                            çünkü onları çok daha imkansız aşamalar beklemektedir:                            Amino asitlerin birleşip çok daha karmaşık bir yapıya                            sahip olan proteinleri oluşturmaları gerekmektedir.
 Proteinlerin doğal şartlarda tesadüfen oluştuklarını                            öne sürmek, amino asitlerin tesadüfen oluştuklarını                            öne sürmekten çok daha gerçek dışı bir iddiadır. Amino                            asitlerin, proteinleri oluşturmak üzere uygun dizilimlerde                            tesadüfen birleşebilmelerinin matematiksel imkansızlığını                            önceki sayfalarda olasılık hesapları ile incelemiştik.                            Ancak protein oluşumu, kimyasal olarak da ilkel dünya                            koşullarında mümkün değildir.
 
 PROTEİNLERİN SUDA SENTEZLENMESİ SORUNU
 Önceki konularda da belirttiğimiz gibi, amino asitler                            protein oluşturmak üzere kimyasal olarak birleşirken,                            aralarında "peptid bağı" denilen özel bir bağ kurarlar.                            Bu bağ kurulurken bir su molekülü açığa çıkar.
 Bu durum, ilkel hayatın denizlerde ortaya çıktığını                            öne süren evrimci açıklamayı devre dışı bırakmaktadır.                            Çünkü kimyada Le Chatêlier Prensibi olarak bilinen kurala                            göre, açığa su çıkaran bir reaksiyonun (kondansasyon                            reaksiyonu) su içeren bir ortamda sonuçlanması mümkün                            değildir. Sulu bir ortamda bu çeşit bir reaksiyonun                            gerçekleşebilmesi, kimyasal reaksiyonlar içinde "oluşma                            ihtimali en düşük olanı" olarak nitelendirilir.
 
 Dolayısıyla evrimcilerin hayatın başladığı ve amino                            asitlerin oluştuğu yerler olarak belirttikleri okyanuslar,                            amino asitlerin birleşerek proteinleri oluşturması için                            kesinlikle uygun olmayan ortamlardır.73
 Öte yandan, evrim savunucularının bu gerçek karşısında                            iddialarını değiştirip, ilkel hayatın karalarda oluştuğunu                            öne sürmeleri de imkansızdır. Çünkü ilkel atmosferde                            oluştukları var sayılan amino asitleri ultraviyole ışınlarından                            koruyacak yegane ortam denizler ve okyanuslardır. Amino                            asitler karada ultraviyole yüzünden parçalanırlar. Le                            Chatêlier Prensibi ise denizlerdeki oluşum iddiasını                            çürütmektedir. Bu da evrim teorisi açısından tam bir                            ikilem oluşturmaktadır.
 
 FOX DENEYİ
 Üstte açıkladığımız çıkmazla yüz yüze kalan evrimci                            araştırmacılar, tüm teorilerini altüst eden bu "su sorunu"nu                            aşmaya yönelik çeşitli senaryolar üretme yoluna gittiler.                            Bu araştırmacıların en tanınmışı Sydney Fox, sorunu                            çözmek için ilginç bir teori ortaya attı: Ona göre,                            ilk amino asitler, ilkel okyanusta oluştuktan hemen                            sonra bir volkanın yanındaki kayalıklara sürüklenmiş                            olmalıydılar. Sonra da amino asitleri içeren karışımdaki                            su, kayalıklardaki yüksek ısı nedeniyle buharlaşmış                            olmalıydı. Böylece "kuruyan" amino asitler, proteinleri                            oluşturmak üzere birleşebilirlerdi.
 Fakat bu "çetrefilli" çıkış yolu da pek kimse tarafından                            benimsenmedi. Çünkü amino asitler, Fox'un öne sürdüğü                            derecede bir ısıya karşı dayanıklılık gösteremezlerdi:                            Yapılan araştırmalar amino asitlerin yüksek ısıda hemen                            tahrip olduklarını ortaya koyuyordu.
 
 Ancak Fox yılmadı. Laboratuvarda, "çok özel koşullarda",                            saflaştırılmış amino asitleri kuru ortamda ısıtarak                            birleştirdi. Amino asitler birleştirilmiş, ancak proteinler                            yine elde edilememişti. Elde ettiği, birbirine rasgele                            bağlanmış, basit ve düzensiz amino asit halkalarıydı                            ve herhangi bir canlı proteinine benzemekten çok uzaktı.                            Dahası, eğer Fox amino asitleri aynı ısıda tutmaya devam                            etseydi, ortaya çıkan işe yaramaz halkalar tekrar parçalanacaktı. 74
 
 Deneyi anlamsızlaştıran bir başka nokta ise, Fox'un,                            daha önce Miller deneyinde elde edilmiş olan amino asitleri                            değil, canlı organizmalarda kullanılan saf amino asitleri                            kullanmış olmasıydı. Oysa Miller'ın devamı olma iddiasındaki                            deney, Miller'ın vardığı sonuçtan yola çıkmalıydı. Ama                            ne Fox ne de başka hiçbir araştırmacı, Miller'ın ürettiği                            işe yaramaz amino asitleri kullanmadı. 75
 Fox'un söz konusu deneyi evrimci çevrelerde bile pek                            olumlu karşılanmadı. Zira Fox'un elde ettiği anlamsız                            amino asit zincirlerinin (proteinoidlerin) doğal koşullarda                            oluşamayacağı çok açıktı. Dahası, canlıların yapı taşları                            olan proteinler hala elde edilememişti. Proteinlerin                            kökeni problemi başlangıçta olduğu gibi hala çözümlenememişti.                            Ünlü bilim dergisi Chemical Engineering News'da o dönemde                            yayınlanan bir makalede
 
 Fox'un gerçekleştirdiği deney                            hakkında şöyle deniyordu:
 Sydney Fox ve diğer araştırmacılar, çok özel ısıtma                            teknikleri kullanarak, dünyanın ilk devirlerinde hiç                            var olmamış şartlarda amino asitleri "proteinoidler"                            adı verilen bir şekilde birbirine bağlamayı başarmışlardır.                            Bununla beraber bunlar, canlılarda bulunan çok düzenli                            proteinlere hiç benzememektedir. Bunlar hiçbir işe yaramayan,                            düzensiz lekelerden başka bir şey değildirler. İlk devirlerde                            bu moleküller eğer gerçekten meydana gelmişlerse bile,                            bunların parçalanmamaları mümkün değildir.76
 
 Gerçekten de Fox'un elde ettiği "protenoidler", gerçek                            proteinlerden yapı ve işlev olarak tamamen uzaktı. Proteinlerle                            aralarında, karmaşık bir teknolojik cihazla, işlenmemiş                            bir metal yığını arasındaki kadar fark vardı.
 Dahası, bu düzensiz amino asit yığınlarının bile ilkel                            atmosferde yaşama şansı yoktu. Dünyanın o günkü şartlarında                            yeryüzüne ulaşan yoğun ultraviyole ışınları ve kontrolsüz                            doğa koşullarının doğurduğu zararlı, tahrip edici fiziksel                            ve kimyasal etkenler, bu proteinoidlerin dahi varlıklarını                            sürdürmelerine imkan vermeden parçalanmalarına neden                            olacaktı. Amino asitlerin ultraviyole ışınlarının ulaşamayacağı                            şekilde suyun altında bulunmaları ise, Le Châtelier                            Prensibi nedeniyle söz konusu değildi. Bu veriler ışığında                            bilim adamları arasında, proteinoidlerin yaşamın başlangıcını                             oluşturan moleküller oldukları fikri giderek etkisini                            kaybetti.
 | 
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder